Cemil Meriç'ten Lamia Hanım'a Mektuplar 12-13

Cemil Meriç'ten Lamia Hanım'a Mektuplar 12-13

Hedablida
00:06:36
Link

About this episode

Günlerdir mektapsuzum. Asırlardır diyecektim. Bu yaştan sonra her gün, bir asır. Mezar taşı gibi bir sükut. Üşüten, ürküten, asabileştiren.


Unutmayın ki, sevginin büyülü dünyasında her kopuş, her kayıtsızlık, her yanlış adım tehlikelidir. 


Nasıl ve niçin susarsınız? Ben hayalinizin bir an için gölgelenmesini bir cinayet sayar, kahkahadan kaçar ve kendimi mutlak bir ruha terkederken, sizden kitaplarımı kıskanır, yazdığım her satırda sizi bulur, sizi yaşarım. Sizi düşünürken, susuyorsunuz. Hangi hakla?


Soğuk bir İstanbul sabahı. İstanbul’dan ayrılırken ne kadar şuhdu İstanbul. Çünkü size koşuyordum ve her şey güzeldi. Meraktan çatlayacağım, telefon etmemi istemediniz. Niçin ayrıldık?


İstanbul’da insanlar vardı. Uğurlarına her şeyimi feda ettiğim insanlar. Kitaplarım vardı. Yıllarca onlarda gülmüş, onlarla ağlamıştım. İstanbul’da rüyalarım vardı, yaprak yaprak açılan, yaprak yaprak dökülen rüyalar. İstanbul’da zaferlerim, bozgunlarım, ümitlerim, hayal kırıklıklarım vardı. Ben vardım İstanbul’da. Ama bu dilber şehir, tufan öncesi bir hatıraydı artık. Bu ben yaşamıyordu...Trende yalnız sizi düşünüyordum. Yoldaydınız, ağlıyordunuz. Trende yalnız sizi düşündüm. Hayır...düşünmedim. Yaşadım.


Artık hisara ihtiyacın yok, hisarın benim. Ben, yani aşk. Ankara’ya koşarken tek endişem vardı. Sana layık olamamak, sana kavuşamamak. Yollarda ölmek. Ankara’ya koşarken aynı endişeler senin de şakaklarında zonkluyordu. Adem’le Havva, cennette bizim kadar bahtiyar mıydılar? Obir gün, on bir gece yaşadık. Biraz acı çeksek ne olur? Acı saadetin tuzu biberi.


Yazdıklarımı okumuyorum, düzeltmiyorum. Kalbimle kalem arasında kapı yok. Kendimi bir ırmağın sularına bırakmışım. Bu ırmak sensin. Gülünç olmaktan korkmuyorum. Yarattığın bir rüyayı yaşıyorum. Seni ben yarattım. İstediğim zaman yok edebilirim. İstediğim zaman. Yani istediğin zaman.


Türkçenin musikisini senin sesinde tattım. Parçam olmasan, kıskanırdım seni. Kelimeler benim ülkem. Kelimeler içine gönlümü doldurduğum birer kadeh. Kelimeler benim kölemdiler. Ama onlar da kıskanç. Ben artık kelimelerde değil, sende yaşamak istiyorum. Kelimelerin dışında yaşamak. Sen kelimelerden de güzelsin. Ve kelimeler senin dudaklarında güzel. Onları da senin emrine veriyorum. İlk defa, ilk defa çırılçıplağım. Kalbim kansız bir kılıç. Bütün zırhlarımdan soyundum. İlk defa Tann’nın içinde kaybolan büyük mistikleri anlıyorum. Biz alevden iki ırmak gibi birbirimize karıştık.


Bir başka paragraf. Tarih 7 Şubat 1963. 


“Uzviyi ulvileştirmek, bakırdan altın imal etmek gibi hayal...Şuurun karanlık bölgelerinden yükselen çığlığı susturamıyoruz...'' Saint-Augustin, kendini kırkından sonra Tanrı’ya vakfedebildi.  Pafnüs’ü cinnete kanatlandıran bu gayrı insani inat oldu...


Bu belki bir kitabın ilk yaprağı idi. Bir vahyin ilk heceleri. Belki tamamlanırdı, belki tamamlanmazdı. Her kitap yarımdır. Kitabı insanlık yazar. Ne mutlu ona bir hece ekleyebilene. Homer bir mısra, Vyasa bir mısra, Firdevsî bir mısra. Çağdan çağa akseden bu ulu ilahiye senden bir nida karışmış. Karışabilirmiş...Ne mutluluk! Ama rüyalarını dile getirmeni, kalbini konuşturmanı, kelimelerden bir fecir yaratmanı istemiyorlar. 


O kadar anlaşılmamışsın ki, kaderin, bütün şaheserlerin kaderi. Seni yaraladıkları için, insanları sevemez oldum. Artık kimseye eskisi gibi acıyamıyorum. Bütün duygularım tek kelimede toplandı: Lamia. İkbal hırsı, şöhret hırsı, bütün ihtiraslar, adını bilmediğim madenler gibi eriyiverdiler. Hayatım seninle başladı, seninle bitecek. 


“Altın Gözlü Kız”ın kapağına tek kelime yazdım: “Dostça”. Kitap matbaya 1.11.942'de teslim edilmişti. Aralıkta basıldı. Yani ithafta küçük bir tarih hatası. O zaman tanışsak yine öyle yazardım: “Dostça”. 


Lamia vaha, 


Lamia, ormanda uyuyan güzel 


Ve asıl yaşayan, yaşayacak olan kadın.


Vahaları olan bir çöl bu. Ve göğü yıldızlarla dolu.