
Allâh (c.c.) tevbe edip kendisinden af dilememiz için yasa koymuş ve kıyâmet gününe kadar beşeriyetin devam etmesi için râhmet ve mağfiretini farz kılmıştır. Amellerin karşılığını ahirete ertelemiştir. Ayet-i kerimede şöyle buyrulur: “Allâh insanları işlediklerine karşılık hemen yakalayıverseydi, yeryüzünde bir canlı bırakmaması gerekirdi. Ama onları belirli bir süreye kadar erteler. Süreleri gelince gereğini yapar. Doğrusu Allâh kullarını görmektedir.” (Fatır s. 45) Öyleyse taat ve mâsiyet, Allâh (c.c.)’un iradesi dışında meydana gelmemektedir. Çünkü Allâh (c.c.) ilk önce bizleri kendisine taat ve mâsiyet işlemeye muktedir olarak irade hürriyetiyle yaratmış, sonrada şeytânın bizleri günâhlara sürüklediğini, kendisinin ise hak olan doğru yola götürdüğünü bildirmiş, bunu anlamamız için de deneyime tabi tutmuş, bütün bunlardan sonra da zalimleri, fasıkları ve kâfirleri Kur’an’da bildirdiği gibi hidayete eriştirmeyeceğini kendisine yazmıştır. Başka bir ifadeyle yalnızca kendisine tabi olanları hidayete eriştireceğini bildirmiştir. “Doğru yolu bulanlara gelince, Allâh onların hidayetlerini artırır ve sakınmalarını sağlar.”(Muhammed s. 17)
Hidayet konusunda Allâh (c.c.)’un dilemesi hidayet yolunu seçenler için geçerlidir. Hidayet kavramının iki anlamı vardır. Birincisi rehber (yol gösterici, kılavuz) olma yönünden hidayet, ikincisi ise imânda hidayet. Rehber olma yönünden hidayet, insanlara Allâh (c.c.)’un yolunu göstermesi ve onun yasalarını tebliğ etmesi dolayısıyla bütün insanlar için geçerlidir. Hidayet’in ikinci anlamı olan imânda hidayet ise onların imânlarının artıp, kuvvetlenmesi içindir. İşte bunun için Cenâb-ı Hâkk Kur’an’da Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki sen doğru yolu göstermektesin.” (Şura s. 52)
(Muhammed Mütevelli Şaravî, Kuran’da Kıyâmet Sahneleri, s.43-44)